“Manaların aşk burakı, aklımı da, gönlümü de aldı,
götürdü. Nereye götürdü? Diye sen bana sor. Aklımı da, gönlümü de senin
bilmediğin o tarafa, ötelere götürdü. Ben öyle bir revaka, öyle bir kemer
altına ulaştım ki, orada ne ay gördüm, ne de gök. Öyle bir dünyaya eriştim ki,
orada dünya da, dünyalıktan çıkar, dünyalığını kaybeder. Bir an için olsun,
müsaade et, aman ver de aklım başıma gelsin, gelsin de canın ne olduğunu
anlatayım. Onun güzelliklerinden bahsedeyim, sözlerimi yabana atma. Kulak ver bana,
senin de canın var. Canı anlamağa çalış. Sevgilinin bize lütufları var,
keremleri var, ihsanları var, armağanları var. Bunlar acayip, görülmemiş
lütuflar, ihsanlardır. Bunlar, eşi benzeri olmayan keremlerdir. Duygu yolundan
apaçık ışıklar gelmede, gönüller aydınlanmaktadır. Süheyl yıldızına benzeyen
can, rukn-i yemani tarafından görününce ay da görünmez olur, güneş de, yedi
göğün kutbu da. Canın nuru, onların hepsini alt eder. Bir an için altın
kırıntısına benzeyen dini al, dilinin altına koy da senin kendi gönlünde, kendi
içinde nasıl çok kıymetli bir maden bulunduğunu gör, anla. Sende bulunan beş
duygu ışığını, gönül nuru ile aydınlat. Duyguları beş vakit namaz gibi bil.
Senin gönlün ise yedi ayetten ibaret olan Fatiha Suresi’ne benzer. Her sabah
göklerden bir ses gelir, gönlünden dünya sevgisini atabilirsen o sesi duyar,
hakikat yolunun izini bulur, yol alır gidersin.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, 3039)
“yine mutluluk, saadet geldi, bizim eteğimizi çekti.
Yine çadırımızı, eyvanımızı gökyüzüne kurduk. Dün sevgili bana “Bu vefasız
dünyanın elinden nicesin?” diye sordu. Gülen devletini, gülen bahtını gören
nasıl olur? Mısır’ın rüyasında bile göremediği o şekeri, şükürler olsun ki ben
dişimin dibinde buldum. Biz, zengin olmadığımız, yüksek bir mevkide bulunmadığımız
halde çok üstün, önde gelen bir büyüğüz. Maiyeti, ordusu olmayan bir padişahız.
Biz, kendi şeker kamışlığımızdan şeker yemedeyiz. Ay’ın dönüp dolaşması ömrü
törpüler, hayatı kısaltır, azaltır. Halbuki sevgilimiz, kendi devranına çok
uzun bir ömür ihsan etti.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, 1272)
“O, öyle bir şaraptır ki, ondan yere bir yudum
damlasa, ot bitmeyen çorak yerden güller biter, gülistanlar meydana gelir. O,
öyle bir lal renkli şaraptır ki, gece yarısı coşup köpürse gökler, yerler nur
ile dolar, parıl parıl parlardı. Gel, gel, benim gönlümde sırlar var. O lal
renkli şarabı sun, sun da gönlün perdesi açılsın, sırlar meydana çıksın.
Sevgilim, sen. Beni güzelliğinle mest edince beni seyret… Av alanında mest
arslanın nasıl olduğunu gör… Ashab-ı kehf gençlerinin halini gör. Onlar bu aşk
şarabından içtiler de, tam üç yüz dokuz yıl harab bir halde, mağarada mest olup
yatıp uyudular. O, nasıl bir şaraptı ki, Musa peygamber onu, büyücülere verince
onlar sarhoş oldular, kendilerinden geçtiler, ellerini ayaklarını kırdırdılar.
Mısır’daki kadınlar Yusuf’un güzelliğinin sarhoşu oldular da, kınalı
parmaklarını parça parça doğradılar. Kılıçların önüne, kalkansız ve zırhsız
atılan sahabe, Hazreti Muhammed’in sunduğu iman şarabıyla mest olmuşlar, kendi
kendilerinden geçmişlerdi. Hayır, yanlış söyledim, Hazreti Muhammed saki
değildi ki şarabı sunsun. O, Hak şarabıyla dolu bir kadehti. İyi kişilere,
ermişlere şarap sunan Cenab-ı Hak idi. İbrahim Edhem hangi şaraptan içmişti de,
kendinden geçmiş, tacını tahtını bırakmış, memleketinden kaçmıştı. Bu ne biçim
kendinden geçme idi? Bayezid bu şaraptan içince “Kendimi noksan sıfatlardan
tenzih ederim” dedi. Aynı şaraptan Hallac-ı Mansur içince “Ben Hakk’ım” diye
bağırdı da darağacına çıktı. O şarabın kokusunu aldı da sular, tertemiz bir
hale geldi. Sarhoşlar gibi secdeler ederek, dereler halinde denizlere doğru
koşmaya başladılar. Şu karanlık gecenin, aklı fikri alan nasıl bir şarabı var
ki, insanları bir kadehi ile uyutmada, onları işten güçten alıkoymadadır. O eşsiz
büyük sanatkârın lütuflarından, iyiliklerinden hangisini söyleyeyim? O’nun
kudret denizinin kıyısı bucağı görünmez ki… Biz, aşk şarabını içelim, sermest
bir deve gibi kervana katılalım, aşk yükünü çekelim. Nerede tertemiz Hak şarabı,
nerede üzümden yapılan şarap… Tertemiz şarap “Ab-ı hayat”tır. Öbürü ise
pisliktir. Üzüm şarabı, içeni bazen domuzlaştırır, bazen da maymun haline
sokar. O kırmızı şarap, sonunda senin yüzünü kapkara eder. Allah şarabının küpü
gönüldür, o küpün ağzını aç, o küpün ağzını işi gücü kötülük olan tabiat,
çamurla örtmüştür. O pis balçığı küpün ağzından kaldır, at.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, c. III, nr. 1135)
“Dünyada bağ, şarap ve üzüm yaratılmamış iken bizim
canımız, zevalsiz bir şarapla mest ve mahmur idi. Mansur’un o nükteli sözünün
kavgası, gürültüsü olmadan önce, biz ruh dünyası Bağdad’ında (Ben Hakk’ım)
diyorduk. Cenab-ı Hak, Hazreti Âdem’i daha balçıktan yaratmadan önce,
hakikatler meyhanesinde bizim diriliğimiz mükemmeldi, biz çok mutlu idik. Bizim
canımız, o dünyada güneş gibi can kadehi kesilmişti de, can şarabından o dünya,
boğazına kadar nurlara gömülmüştü. Ey saki, şu balçık âleminde, kendini üstün
görenleri sarhoş et de, onlar nasıl bir devletten, bahttan uzak düştüklerini
anlasınlar. Can yolundan çıkıp gelerek gizlenmiş, örtülmüş her ne varsa onları
ortaya döken, açığa çıkaran sakiye can feda olsun.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, c. II, nr. 731)
“Ey gönül, sabahtan beri sende başka bir hal var. Öyle
coşkunsun, öyle kendinden geçmişsin ki, senin gibi coşkun ve dağınık olan beni
göremiyorsun. Ey gönül, sen nasıl bir ateşsin ki, nereden gelirse gelsin her rüzgâr
seni canlandırıyor, alevini arttırıyor. Hayır, hayır, sen ateşten de üstünsün, rüzgârdan
da. Ey gönül, ben seni anlatamam ki sen her ne isen osun. Ancak ben şu kadarını
biliyorum ki, sen şimdi güneş gibi göklerin perdelerini yırtmaktasın. Ey gönül,
sen nasıl bir incisin, senin değerini ne gökler bilir, ne de Müşteri yıldızı.
Gönlü yarattığın için canım sana feda olsun, Allahım! Otuz sene mecnun gibi
senin arkandan koştum durdum, hem de ıssız, vahşi bir adada, yaş ve kuru
bulunmayan bir adada senin ardından koştum. O zamanlar ben, her şeyin, her
varlığın senin eserin olduğundan habersizdim, gafildim. Aklım iman ve küfür
düşüncelerine takılıp kalmıştı. Halbuki imanın da, senden gelen senin nurundan
ibaret bir lütuf! Kâfirliğin, şüphenin, her şeyi yapma gücünün sende olduğuna
dair inanç da senin bir takdirindir. Sen hem cennetsin, hem cehennem, hem de
Kevser havuzu. Ey gönül, sen iki cihandan da dışarı, bütün bir kâinatsın, her
şey senden ibaret, fakat sen her şeyden münezzehsin, her şeyden berisin.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, c. IV, nr. 2978)
“Bu maddi varlığımızın, bu vücudumuzun eserleri
fanidir, fakat bu varlığımızın ötesinde bulunan ruhumuz, manevi varlığımız
tamamıyla ondan ibarettir. Ezelde onun aşkıyla içilen ilk kadehle iş
tamamlandı. Benim aşk yolunda harab olmuş bir gönlüm var. Aşk meyhanesine çok
bağlı oluşu onu birden yıktı, harabın harabı etti. Aşka de ki, sana gönül
vermiş, sevginle yıkılmış, harab olmuş birini istiyorsan, istediğin âşık
düşmüş, yerlere serilmiştir. Gel, elinden tut kaldır. Senin aşkınla yıkılmış bu
zavallıya sakın pek yakın gelme, onu uzaktan seyret, çünkü korkuyorum ki,
içinde ki ateşin alevleri, seni de yakmasın. Eğer, onun ateşi seni
tutuşturursa, o zaman sen gözlerimin önüne gel, inciler saçan gözlerimden
seller gibi yaşlar akmadadır. Gözyaşlarım senin ateşini söndürebilir. Seslen,
onun hasta gözleri şifalar veriyor, “Nerede bir hasta varsa gelsin, sıhhat,
sağlık zamanı geldi” diye bağır. Dağlara çık ve nerede gönlü uyumuş kalmış birisini
görürsen, aşkın uyanık bahtının, gönlü uykuda olan herkese görüş, biliş
lutfedeceğini haber ver. Onlara “gelin, gelin” diye seslen.
“Allah’ın göğsünü İslam’a açtığı kimse, Ben’den bir
nur almadı mı?” (39/22)
Ayetinin nuru, öyle bir mumdan gelir ki, o mumun
nurlarının parıltısı, iki dünyaya da sığmaz.
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, c. III, nr. 1282)
“Bu gece yarısı, böyle ay ışığı gibi nurlar saçarak
gelen kimdir? Bildim, bildim, bu aşk peygamberidir, mihrabdan çıkageldi. Aşk
peygamberi, bir meşale getirmiş de uykuyu ateşlere vermiş, yakmış yok etmiş. Bu
nerelerden gelmiş? Bunu kim göndermiş? O, hiç uyumayan, uyku nedir bilmeyen
padişahlar padişahının yanından gelmiş. Bu şehre bu velveleyi, bu gürültüyü
salan kimdir? O, dervişin harmanına sel gibi gelip çatmış kainatta, varlık âleminde
ondan başka kimse bulunmayan, tek olan, eşsiz olan kimdir? Söyleyin! Bir
padişah ki kalkmış, gece yarısı değersiz bir kulunun yanına, bir kapıcının
kapısına gelmiş. Kimdir? Bu ki, yarattıklarına bir kerem sofrası açmış, herkesi
yediriyor, içiriyor. Gülerek dostları davete gelmiş. O’nun büyüklüğü, O’nun
kudreti karşısında, bütün gönüller tir tir titremede, bütün canlar sabırsız. O
korkunun, titreyişin bir zerresi de civaya düşmüş de titreyip duruyor.
Kullarına gösterdiği yumuşaklık, o lütuf var ya, işte o yumuşaklıktan, o
lütuftan bir parçacığı da sincap postuna nasip olmuş. Aşkın getirdiği
üzüntüler, feryatlar, iniltilerden ıslak bir nağme de su dolabına verilmiş de bu
yüzden ağlayarak, inleyerek dönüp duruyor. Aşkın koltuğu altında bir deste
anahtar var. O, bu anahtarlarla açılamayan bütün kapıları açmağa gelmiş.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, c. V, nr. 2336)
“Aşk, üstünlükte, bilgide, defterde, kitap
sahifelerinde değildir. Halk dedikoduya düşmüştür ya, o yol âşıkların yolu
değildir. Aşk, öyle bir nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri de ebeddedir.
Bu ağaç, ne arşa dayanır, ne de yeryüzüne, bu ağacın gövdesi de yoktur. Biz,
aklı işten, güçten attık, hevesi de bir iyice dövdük. Çünkü bu ululuk, şu akla,
şu huylara layık değildir. Sende fani güzellere karşı bir iştiyak, bir özlem
var ya… Bil ki bu iştiyak senin için bir puttur. Sen, kendinde kendini bulur da
kendin sevgili olursan, sende özlem kalmaz.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, c. I, nr. 395)
“Âşıklara canlar feda olsun, aşk hoş bir hevestir. Ey
oğul, aşka bağlan, geri kalan şeyler boştur, havadır. Gökyüzünden ta yeryüzüne
kadar ateşten bir aşk zinciri sarkıtmışlardır, eğer Hakk’ı, hakikati seviyor
isen o zincire sarıl, yukarılara çık. Sen, “Aşk nasıl şeydir?” diye sorma. Aşk,
bir çeşit deliliktir, divaneliktir, insanı zincire vurdurur, fakat bu zincir
ahmaklara, akılsızlara vurulan zincir değildir. Aşk yoluna düşüp, yokluğa
ulaştıktan sonra sana nerede, kim düşman olacak? Senin gücün kuvvetin kimde
olabilir ki? Sen, yakıp kavuran, tam gerçek bir ateşsin.”
Mevlana, (Divan-ı Kebir, c. V, nr.
2470)
“Âşık ol, aşık ol da üzüntüden kurtul. Sen, padişah
oğlusun, ne zamana kadar dünyanın esiri olarak kalacaksın? Bu fani dünyada,
kimse seni bilmesin, tanımasın. Fakat sen, yönü olmayan o âlemde eşsizsin,
benzerin yoktur. Bu âlemde her şey gelip geçicidir, bu dünya ölümlü dünyadır. Bu
fani dünyada bey değilsen ne çıkar? Ölmüyorsun, yaşıyorsun ya, bu sana yetmez
mi? Sen, insan şeklinde bir Allah arslanısın. Bu hal, faziletinden, çalışıp
çabalamandan, yiğitliğinden belli. Ömür geldi geçti, fakat mademki sen varsın,
Allah’ın nuru içindesin, ha er olmuş, ha geç. Sevgilinin değeri, kadri, sevenin
izzeti iledir. Ey çaresiz âşık! Bak bakalım, kudretin ne, değerin ne?”
Mevlana, (Divan-ı Kebir, c. VI, nr.
2627)
“Aşksız geçen ömrü, hiç hesaba katma, yaşadım sanma.
Aşk, ab-ı hayattır, onu canla, gönülle kabul et. Âşıklardan başkasını, sudan
ayrılmış balık bil. O, vezir bile olsa, sen onu ölmüş, çürümüş say. Aşk, eşya
dengini açınca, her ağaç yeşillenir. Kocamış ağaçtan biten taze yapraklar, her
an meyve verir.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, c. III, nr. 1129)
“Gerçek aşka tutulmamış, o sevgiyi kendine iş
edinmemiş ruhun yok olması daha iyi, çünkü onun varlığı ayıptan, ardan başka
bir şey değildir. Hakiki aşkla mest ol, kendinden geç, çünkü dünyada ne varsa
hep aşktan ibarettir. Aşkla meşgul olmaktan başka dosta layık bir iş güç
yoktur. “Aşk nedir?” diye sorarlarsa de ki, aşk öyle ki, isteği, yapıp yapmama
arzusunu, iradeyi terk etmedir. İhtiyarı terk etmeyende hayır yoktur. İyi insan
değildir. Ebedi olarak baki kalan ancak aşktır. Bundan başkasına gönül verme,
hepsi eğretidir. Ne vakte kadar fani olan, ölü sayılan sevgiliyi
kucaklayacaksın? Öyle bir canı kucakla ki, ona son yoktur. Baharda doğan şey,
güz mevsiminde ölür. Aşkın gül bahçesine bahardan imdad yoktur. Aşk
çiçeklerinin ilkbaharın yardımına ihtiyaçları bulunur mu? Ten atının üstünde
titreyip durma, in aşağı. Ondan daha hızlı giden bir yaya ol, Allah, ten
duygularına kapılmayan, tenden kurtulan kişiye, kanat ihsan eder. Düşünceleri,
endişeleri bırak, üzerinde nakış süsü, resim bulunmayan aynanın yüzü gibi
gönlün tertemiz olsun.”
Mevlana,
(Divan-ı Kebir, c. I, nr. 455)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder