22 Ağustos 2015 Cumartesi

Bediüzzaman



Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcûdâtın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket...

Mâdem her şey mânen Bismillah der. Allah namına Allah'ın ni'etlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız...

Evet o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir. Başta "Bismillah" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir. Bir pâdşahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imleri medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakikî'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.



Cihetülvahdet-i ittihadımız, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü'min İ'lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira; ecnebiler fünun ve sanayi silâhiyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san'at silâhiyla, İ'lâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma; cihad-ı haricîyi, şeriat-ı garrânın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz; zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!...


-Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yâni: Taşrayı İstanbul'a ve İstanbul'u Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumîyeyi bataklığa düşürdünüz; ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz! Ve Avrupa'nın hissiyatı, İstanbul'da tatbik olunmaz! Akvamın ihtilafı; mekânların ve aktârın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.


Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahit olsun ki; o "Saadet, Saray-ı Medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâzâ bedel; Vilâyât-ı Şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan, yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolunun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır.
         Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri, nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa, şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçdim; bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yâni, Bâşid başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.
         Muarradır feza-yı feyzimiz şîn-i temennâdan;
         Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğnâ.
         Çekildik neşve-i ümidden, tûl-ü emellerden;
         Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı leylâdan istiğnâ!...
         Tenbih:Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet; eşhası, fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet; nev-i insanın terakki ve tekemmülüne, ve mahiyet-i nev'iyyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir. Hem de  mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asyanın ve Âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir!
         Ve tâlih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da, meşrutiyetteki şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üçyüz yetmiş milyon İslâm, ecânibin istibdad-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye; âlemde bâhusus bundan sonra Asya'da hükümfermâ olduğu halde herbir ferd-i müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikisine malik olur. Ve hürriyet, üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeğe bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhâl olarak burada yirmi milyon nüfus, te'sis-i hürriyete çok zarar-dîde olsalar da, feda olsunlar.. yirmiyi verir, üçyüzü alırız.
         Yazık, eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar; hava gibi muhtelittir, su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah, elektrik-i hakaik-ı  İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maârif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mûtedile-i adalet vücuda gelecektir.
         Yaşasın meşrutiyet-i meşrua, sağ olsun hakikat-ı şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder