Bismillah
her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek
kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcûdâtın lisan-ı haliyle vird-i
zebanıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket...
Mâdem
her şey mânen Bismillah der. Allah namına Allah'ın ni'etlerini getirip bizlere
veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına
almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız...
Evet
o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat
ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir. Başta
"Bismillah" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür.
Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i
kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir. Bir
pâdşahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp,
hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imleri
medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakikî'yi unutmak; ondan bin derece daha
belâhettir.
Cihetülvahdet-i
ittihadımız, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandır. Madem ki muvahhidiz,
müttehidiz. Herbir mü'min İ'lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en
büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira; ecnebiler fünun ve sanayi
silâhiyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san'at
silâhiyla, İ'lâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve
ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma; cihad-ı haricîyi, şeriat-ı garrânın
berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz; zira, medenîlere
galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz
muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!...
-Ey
gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib
olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bitarafane
çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i
hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yâni: Taşrayı
İstanbul'a ve İstanbul'u Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumîyeyi bataklığa
düşürdünüz; ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba
okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeğe, tiyatrocu karı
libası yakışmaz! Ve Avrupa'nın hissiyatı, İstanbul'da tatbik olunmaz! Akvamın
ihtilafı; mekânların ve aktârın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı
gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük
İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve
muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.
Eğer
medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve
insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette
lâubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahit olsun ki; o
"Saadet, Saray-ı Medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâzâ
bedel; Vilâyât-ı Şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan, yüksek
dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz
medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve
selâmet-i kalb, Şarkî Anadolunun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır.
Bildiğime göre, edipler edepli olurlar.
Edebsiz bazı gazeteleri, nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve
efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa, şahid olunuz ki, böyle edebiyattan
vazgeçdim; bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yâni, Bâşid
başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.
Muarradır feza-yı feyzimiz şîn-i
temennâdan;
Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan
istiğnâ.
Çekildik neşve-i ümidden, tûl-ü
emellerden;
Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı
leylâdan istiğnâ!...
Tenbih:Medeniyetten istifam, sizi
düşündürecek. Evet böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete
bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet; eşhası, fakir ve sefih ve ahlâksız
eder. Fakat hakikî medeniyet; nev-i insanın terakki ve tekemmülüne, ve
mahiyet-i nev'iyyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i
nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir. Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve muhabbetimin
sebebi şudur ki: Asyanın ve Âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci
kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir!
Ve tâlih ve taht ve baht-ı İslâmın
anahtarı da, meşrutiyetteki şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üçyüz yetmiş milyon
İslâm, ecânibin istibdad-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i
İslâmiye; âlemde bâhusus bundan sonra Asya'da hükümfermâ olduğu halde herbir
ferd-i müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikisine malik olur. Ve hürriyet, üç
yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeğe bir çare-i yegânedir. Farz-ı
muhâl olarak burada yirmi milyon nüfus, te'sis-i hürriyete çok zarar-dîde
olsalar da, feda olsunlar.. yirmiyi verir, üçyüzü alırız.
Yazık, eyvahlar olsun! Bizdeki
unsurlar, ırklar; hava gibi muhtelittir, su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah,
elektrik-i hakaik-ı İslâmiyetle imtizaç
ederek, ziya-yı maârif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı
mûtedile-i adalet vücuda gelecektir.
Yaşasın meşrutiyet-i meşrua, sağ olsun
hakikat-ı şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder